ZEYN-U EB


2016- ŞUBAT-AFGANİSTAN-BADAHŞAN
Yer yüzünün  en kadim memleketlerinden birinde, uçsuz bucaksız Herat vadisinin solgun ve ürkek nehrinin kenarında, savaşın, acının ve kadersizliğin hüküm sürdüğü hırçın topraklarda yaşama tutunmaktan başka çareleri yoktu…
Rashid, otuzlu yaşlarını biraz geçkin, karşısındakini, çekik gözlerinin derinliğine mahkum eden, aortları içine çökük koca bir gamzeyi andıran, yanık tenli, orta boylu, keçi sakallı, çelimsiz bir adamdı.
Karısı Fariha ise; işlemelerden yapılmış yarım santimlik pencereleri olan mor renkli Burkanın altında, acımsı çağla rengi sürmeli gözleriyle yüreklere kor ateşi salan, uzun ve zarif ellerinin üzerindeki kınanın etrafa yaydığı kokunun müsebbibi olan kadın…
Bir yelpazeyi andıran Hindukuşu dağlarının sert ve soğuk ikliminde, kıl çadırın etrafındaki kara kazanın içerisinde kaynayan su, akşam yemeği Fırnee çorbası içindi. Belki de yanında bir de Zümrüt Pilavı. Fariha bir taraftan civarda gezinen iki baş cılız hayvana sahip çıkmaya çalışıyor, bir taraftan da elindeki tahta kaşıkla kazanı karıştırıyordu.
Rashid sabah erken kalkar, kuş uçuşu yaklaşık yirmi beş kilometre mesafeyi kat ettikten sonra şehir merkezi Kabil’e varır, zamanın 1950’lerde kaldığı bu tozlu coğrafyada rızkı için ne iş olsa yapardı. Günde beş on Afgani Lirası kazanır, dönerken de bir kaç ekmek ve biraz erzak alıp heybesine koyardı…
2016-ŞUBAT-TÜRKİYE-İSTANBUL
Öyle bir şehr-i gazel ki şu canım İstanbul, ister Roma deee, ister Bizans, yerin yedi kat altına da girsen insanlık tarihinin başkentidir bu yarım ada. Yazar Ahmet Ümit, Kız Kulesini baz alır Asya-Avrupa ayrımını yaparken. Bir şair ise, boğazın adem elmasına benzetir bu eşsiz yapıyı.
Burak ve Seda, Kız Kulesinin ya da Âdem elmasının doğusunda yerleşik hayat yaşayan, ama bunu çok da fazla kafaya takmayan, kendilerini hem doğulu hem batılı hisseden, ait oldukları yeri seven, doydukları yere değer veren, iki öğretmen karı koca idiler…
İstanbul’a tayin olalı birkaç sene olmuş, güzel bir çevre edinmiş, şehrin hengâmesi ve kaosu ile yaşamayı öğrenmişlerdi. İki idealist genç öğretmen, bir taraftan mesleklerini icra ederlerken bir yandan da mesleki gelişimlerine önem veriyor, kurumları tarafından kendilerine sunulan her türlü imkânı değerlendirmeye gayret ediyorlardı.
O sene Millî Eğitim Bakanlığı tarafından açılan “Yurt Dışı Öğretmenlik Sınavı” na giren Seda, yazılı sınavda başarılı olmuş, mülakatı geçmiş ve heyecanla görevlendirmesini bekliyordu. Burak’da Seda’nın bu başarısına oldukça sevinmiş, gidecekleri yere kendisinin de eş durumundan görevlendirileceğini bildiği için keyfi oldukça yerindeydi. 
Cuma günü, mesai bitiminden önce Seda; kurumsal görevlendirme sayfasına bir daha bakmak istediğinde bilgisayar ekranında yazılı olan görev yerini gözlerini kısarak bir daha okumak zorunda kaldı.
Sayın Seda ÖZTÜRK;
YURT DIŞI GÖREV YERİNİZ : KÂBİL AFGAN TÜRK OKULU

2018- ŞUBAT-AFGANİSTAN-BADAHŞAN
Rashid, o akşam elinde erzak torbasıyla kıl çadırdan içeri girdiğinde karısı Fariha, yer sofrasına iki tas çorbayı koymuş bekler haldeydi. Rashid, Kâbil’in tozlu yollarından aldığı yuvarlak ekmeği üstün körü çırparak, ortadan ikiye böldü, bir parçasını karısına uzattı ve besmele çekerek tahta kaşığını Fırnee’ye daldırdı. İnce bıyıklarının kenarlarına bulaşan çorba lekesini entarisinin koluna sildi ve tasın dibinde kalan çorbayı iki avcuyla kaldırarak afiyetle içti. Zümrüt pilavını da midesine indirdikten sonra, çadırın köşesine çekilerek uzandı. Eline aldığı pilli radyodan kanalları dolaşırken, haber spikeri, “Peştu” dilinde Kâbil bölgesinde bulunan Türk Askeri Tugayının nizamiyesinde Taliban’ın bombalı saldırı eyleminde bulunduğunu ve beş Türk askerinin şehit olduğunu işitti. Sübhanallah, sübhanallah deyip iç geçirdi derinden. Biliyordu ki Türk Milleti en kadim ve güvenilir dostlarıydı Afgan milletinin. Askeriyle, polisiyle, okulları ile hep yanlarındaydı. Yüzünde bir ekşime hissetti. Radyoyu kapatıp çadırdan dışarı çıkıp hava almak istedi. O sırada karısı Fariha usulca yanına sokularak, hamile olduğunu söyledi. Ne diyeceğini bilemedi Rashid o an. Çakır gözlerindeki parlaklık bir kat daha arttı sanki. Yüzündeki tebessümle karısı Fariha’ya bakarak ve sıcak bir ses tonuyla خدا بزرگ است  (Allah Büyüktür) dedi.
2018-ŞUBAT- AFGANİSTAN-KÂBİL
Seda ve Burak, Kâbil’e geleli iki sene olmuştu. Okullarının yanı başındaki lojmana yerleşmişler, aynı lojmanın alt katında oturan Arap arkadaşlarıyla çok iyi dostluklar kurmuşlardı. Okul çıkışı genellikle birbirlerinin evinde yemeklerini yer, sonrada birlikte vakit geçirirlerdi. Seda ve Burak Arap dostlarına bol bol İstanbul’un güzelliklerinden bahseder, bir gün mutlaka onları İstanbul’da ağırlamak istediklerini sık sık dile getirirlerdi. Burak, İstanbul’un tarihi ve kültürel dokusunu anlatırken resmen yaşar, Bayezıt meydanından, Beyoğlu’ndan, İstiklal’den, Sultan Ahmet’ten bahsederken resmen boğazı düğümlenirdi.
Arap dostu El –Tayyar; Burak’a doğru bakarak: “ Ey güzel dostum, bakarım ve sizi dinlerim ki bu şehir her ikiniz de çok etkiler, sebebini merak ederim” der…
Burak ile Seda göz göze gelirler ve Burak anlatmaya başlar…
El-Tayyar dost, İstanbul sadece bir şehir değildir. Orası bir dinler tarihi merkezidir. Orası üç semavi dinin de kendini rahat hissettiği bir mabettir. Orası biraz Constantin’in, biraz Fatih’in yıkılmaz kalesidir. Orası biraz Rumeli biraz Anadolu’dur. Orası hem Osmanlı hem Cumhuriyettir. Orası yedi kıtadan yetmiş yedi milletin yaşadığı istirahatgattır. Orası hem Ayasofya hem Sultan Ahmet’tir. Orası hem Avrupa hem Asya’dır.
Sen bir kere geçseydin eşsiz Fransız mimarisinin seni saran Arnavut kaldırımlarının bulunduğu caddenin üzerindeki Mekteb-i Sultani’nin önünden, inseydin Galata Kulesi’nin önünden, yürüseydin Galata Köprüsünün üzerinde, varsaydın Kapalıçarşıya, gözlerin sulanmaz mıydı  bizim gibi, burnun sızlamaz mıydı hiç?
O sırada konuşmayı Arap dostlarının küçük kızı Zeyn-u Eb araya girerek sonlandırdı. Babasına bir şeyler anlatmaya çalışıyor, babası da kendisine sürekli aferin deyip, başını okşuyordu. Zeyn-u Eb’in gözleri simsiyah demir bir leblebi gibi, teni bembeyaz, alnı açık, saçları kadife parlaklığındaydı. Seda; Zeyn-u Eb’e her baktığında yüreğinin içini yakan bu köz ateşinin sebebini merak ediyordu iyiden iyiye. Saçlarını tepesinden saran sevimli tokasına bakarak ne kadar “SÜSLÜ” diye geçirdi içinden. Yüzünde sabit duran gülümsemeyi Zeyn-u Eb’in çakmak gözlerine fırlattığında, aynı karşılığı Zeyn-u Eb’in gözlerini kısarak verdiği bakıştan çoktan almıştı…
Dostlarından ayrıldıkları o gece, Seda Burak’a müjdeli haberi verdi. Hamileyim…

2018-ŞUBAT- AFGANİSTAN-KÂBİL
Rashid, o gün  Kâbil’e çalışmak için gittiğinde karısı Fariha’nın doğumu artık çok yaklaşmıştı. Onu bu durumda yalnız bırakmak istemiyordu ama bir yandan da çalışıp para kazanması gerekiyordu. Karısını öyle çok seviyor, ona öylesine “AŞIK” tı ki, onun zarar görmesinden pek belli etmese de çok korkuyordu.
Kâbil’e vardığında çalışmak için bir çok yeri gezdi. Bir çok yerden iş istedi ama ilgilenen olmadı. Gezmekten yorulduğu vakit, iş arayanların topluca beklediği bir alanda duvara sırtını yaslayarak beklemeye başladı. Belki Türk Askeri Tugayından birileri gelir de günü birlik bazı işleri gördürmek için alıp götürürler diye umut etti.
Burak, o gün okuldan izin almış, doğuma az kalmasından dolayı hem çocuk için ayrılan odayı boyatmak hem de eve genel bir bakım yaptırmak için çarşıya çıkmış, gerekli malzemeleri temin etmişti. Tek eksik boyacıyı bulmaktı. Onu da bulunca beraber doğruca lojmana geçecekler bir an önce işe koyulacaklardı. Tozlu toprak yollardan geçerek arabasıyla gündelikçilerin beklediği yere doğru girdi. Arkadaki toz bulutu yüzünden bir yandan göz gözü görmüyor, bir yandan da işçiler,  ne iş olsa yaparım edasıyla yeni sahiplerine bakıyorlardı. Burak, duygusal ve hisleri kuvvetli bir adamdı. Onca kişinin arasından duvara sırtını yaslamış olan Rashid’i gördü ve ona doğru yöneldi. Omzuna doğru usulca elini koyarak;
-Bir taraftan boya yapabilir misin diye soruyor diğer yandan da elini bir fırça misali ters düz hareket ettirerek anlatmaya çalışıyordu. Rashid, heyecanla kafasını sallayarak onayladı ve hızlı adımlarla Burak’ın arabasına bindi. Bu sefer tozu dumana katmadan, tekerlekleri yavaşça döndürerek oradan uzaklaştılar.
Lojman’a vardıklarında Rashid hemen arabanın arkasındaki boya kutularına yöneldi ve eline aldığı iki kovayı yukarı taşımaya başladı. Kapının girişinde Seda’yı görünce gözlerini birden kaçırdı ve başı önde doğruca içeri girdi. Burak soluk soluğa yukarı çıktığında önce gözleri Rashid’i aradı. Seda’nın işareti ile yan odada olduğunu anlayarak içeri girdi. Rashid’e ne yapması gerektiğini anlattı ve odadan çıktı.
Yaklaşık iki saat sonra Seda, Türkiye’den gelen Kıymalı börek ile yaprak sarmasının bulunduğu tabağı yanında bir bardak çay ile Rashid’in bulunduğu yere götürdü. Biliyordu ki Afgan erkekler yabancı kadınlardan utandıkları için karşılaşmamaya dikkat ediyorlar, elindeki tepsiyi kapının önüne usulca bırakıp kapıyı iki defa tıklattı ve ordan uzaklaştı. Rashid kapıya kulağını dayayıp kimse olmadığına kanaat getirince kapıyı hafifçe araladı ve yerdeki tepsiyi alıp kapıyı kapadı. Bir müddet sonra Burak Rashid’in bulunduğu odaya girdiğinde Rashid tepsidekileri yemekle meşguldü. Burak elini kaldırarak “ Afyet olsun” dedi ama Rashid buna bir anlam veremedi. Burak sonra daha yüksek bir sesle “Gur naksal, gur naksal” diyince, Rashid’in yüzünde masumca bir tebessüm oluştu ve sağ elini göğsüne doğru götürerek kafasını eğdi.
Sonra odanın balkonuna çıkarak lojmanın bahçe işleriyle uğraşan Samir’e doğru seslendi ve yukarı çıkmasını istedi. Rashid’le arasındaki tercümanı şimdi bulmuştu. Samir merdivenleri üçer beşer atlayıp bir çırpıda Burak’ın yanına geldi. İyi derecede Türkçe bilen Samir’e Burak sormaya başladı. Sor bakalım Samir, Adı nedir? Neredendir? Evli midir? Çocuğu var mıdır?
Samir heyecanlı bir şekilde Rashid’e dönerek aynı soruları Peştu dilinde sordu.
Adı Rashid Burak bey. Badahşan’dan. Buraya yaklaşık 25-30 km mesafede. Evliymiş. Yakın zamanda bir çocuğu olacakmış İnşallah…
İnşallah dedi Burak. Çocuğun erkek mi kız mı olmasını istiyormuş sor bakalım.
Samir kafasını sallayarak tekrar Rashid’e döndü ve sordu. Rashid eliyle yukarıyı gösterdi ; “Önemli olan benim ne istediğim değil, Yaradanın ne vereceğidir”dedi…
Samir, Burak’a Rashid’in söylediklerini çevirince; Burak, Rashid’i doğrularcasına sağ elinin baş parmağıyla okey işareti yaptı ve omzuna birkaç kere dostane bir tavırla dokundu.
Burak, tam odadan çıkıyordu ki , Rashid birden “MİNA” dedi… Burak arkasını dönüp Rashid’e baktığında, Rashid tekrar “MİNA, MİNA” dedi. Samir, Rashid’e birşeyler sorduktan sonra, Burak’a dönüp şunları söyledi.
Burak bey; Rashid, eğer kız çocuğu olursa adını Peştu dilinde “AŞK” anlamına gelen “MİNA” koyacakmış onu diyor. Karısını çok seviyormuş ve karısının kendisine verdiği bu meyvenin ismi yalnızca “AŞK” olabilirmiş. Burak, Rashid’e doğru ilerledi ve  içten bir gülümsemeyle ona sarıldı…
SON
Rashid, o gün Seda ve Burak’ın doğacak çocukları için hazırlayacakları odayı güzelce boyadı. Burak Rashid’i öyle sevdi ki, ona eşinin doğumuna kadar yetecek, doğumdan sonra bir müddet yanında kalabilecek ve gerekli erzakı alabilecek parayı verdi.
Akşam Seda ve Burak doğacak çocuklarının odasına girdiklerinde, odanın tam ortasında ellerini birbirlerine kenetleyip gözlerinin içine bakarak birbirlerine şunları söylediler.
SEDA: Burak, eğer bir kızımız olursa, yaradan bize  bir kız çocuğu nasip ederse, alt komşumuz Arap dostlarımızın kızı, Kâbil’e geldiğimiz günden bu yana beni çok etkiliyor. Sende kabul edersen ismini ZEYNEP  koymak istiyorum…
BURAK :  (Seda’nın gözlerinin içine bakarak)…Bugün bu odayı boyayan Rashid varya. Onunda yakın zamanda bir çocuğu olacakmış ve eğer çocuğu kız olursa ismini MİNA koyacakmış. Bugün o adamı onca kişinin arasından bulup getirmemi Allah istedi, onu buraya Allah gönderdi. Bende ZEYNEP’in arkasına MİNA’yı eklemek isterim…


                                                                                              

Yorumlar

Popüler Yayınlar